Sosyal Haklar Derneği ve Sosyal Hukuk tarafından “Deprem Güvenliği ve Kentsel Dönüşüm İlişkisindeki Unsurlar” başlıklı online panel düzenlendi.
SHD ve Sosyal Hukuk tarafından 5 Aralık Cumartesi günü online düzenlenen “Deprem Güvenliği ve Kentsel Dönüşüm İlişkisindeki Unsurlar” paneline konut hakkı konusunda uzun süredir çalışma yapan Cihan Uzunçarşılı Baysal, kentsel dönüşümde yerel yönetimlerin rolünü inceleyen Esin İleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan kentsel dönüşüm masasında çalışan Nazım Özcan ve Avukat Can Atalay sunumlarıyla katıldı.
Online panelde yapılan sunumlar şu şekilde:
- “Kentsel Dönüşüm Başlığında Konut Hakkı İhlalleri ve Zorla Tahliyeler”
Cihan Uzunçarşılı Baysal:
Öyle bir aşamadayız ki yepyeni bir konut hakkı talebinden bahsetmemiz konuşmamız gerekiyor. Paradoksal olarak bu afet yasası olsun bu dönüşüm yasaları olsun sunumda anlatacağım üzere güvencesiz, emniyetsiz kentler inşa etmekte ve depreme karşı bizi tehlike altına sokan yapılan inşa etmektedir.
Konutu temel bir hak olmaktan çıkaran, yaşam alanıyla mahalleyle konutun bağını koparan, bir alınır satılır bir şeye indirgeyen, yatırım aracına dönüştüren tüm düzenlemeler ve politikalar terk edilerek konutun bir temel insan hakkı olarak itibarı acilen iade edilmeli. Aksi takdirde sürdürülemez bir konut sistemi konuttaki bu prekarite, evsizliği, zorla tahliyeleleri tırmandıracak, kentlerdeki evsiz nüfuslar artacak, bugün görmeye başladığımız sokaklarda yatan insanları, aileleriyle barınmak zorunda olan insanları daha sık görür olacağız. Ayrıca afet ve dönüşüm yasalarıyla bize dayatılan lüks projeler karşısında birçok yerleşim yeri sakininin daha ucuz konutlara kaçtığını, daha riskli daha emniyetsiz yapılara kaçtığını görüyoruz. Dolaysıyla bu gidişat yaşam hakkımızı da ihlal edecek ve afete karşı emniyetsiz konutlara mecbur edecek bir gidişattır. Onun için de bir manifesto mu başka bir şey mi ama zamanının geldiğini düşünüyorum.
Bir konut hakkını biz yerelden talep etmeliyiz. Çünkü iktidar de muhalefet de bambaşka tellerden çalıyor. Deprem diyorlar dönüşüm diyorlar ama bakın hiçbirinin ağzından konut hakkı nedir? Konut hakkı nasıl sağlanır? Adil bir konut hakkı inşa edilir? gibi konut hakkıyla ilgili bir kelam duymuyoruz. Konut hakkını söke söke alacak olanlar bizleriz. Yani burada taban örgütlerini, dönüşüme karşı mücadele eden mahalle derneklerini, çeşitli sivil toplum örgütlerini, elbette Gezi’nin bakiyesi dayanışma ve savunmaları sayıyorum.
İşsizlik ve güvencesizlik nedeniyle konuta bir tür dönüşüm mahallelerinde “ne koparırsam kardır” anlayışıyla bakılıyor. Bu yaklaşımın acilen terk edilmesi gerekiyor. Biz gerçekten insan haklarına yaraşır konut hakkını talep etmeliyiz. Şunu unutmayalım ki kent hakkıyla konut hakkı çok iç içe geçmiş kavramlardır. Merkezi bir politikanız olmadığı zaman o kentin bir geleceği de olamaz. Masa başı işlerle ne koparırsam kardır anlayışıyla konut hakkımızdan feragat ederken kent hakkımız çocuklarımızın yarın öbür gün kentte var olma hakları bu kentte geleceklerini örme haklarını da yok ettiğimizi bunun önünü de kapattığımızı galiba bilmemiz gerekiyor.
Konut hakkı derken ne kast ediyoruz, oradan başlamamız lazım. Kavramları düzgün koyalım ki ona göre mücadelemizi de ona göre kuralım. Neyle mücadele ettiğimizi de biliriz. Konut hakkından başlayacağım. Konut hakkı Birleşmiş Milletler’in sisteminden bahsediyorum. Barış ve güven içinde onurlu bir yaşam hakkıdır. Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Komitesi’ne göre, konut hakkı dar bir kapsamda değerlendirilmemeli. Ekonomik koşullar ve gelir düzeyi fark etmeden bu hakkın herkes için sağlanması gerekiyor.
Konut, mülkiyet hakkından daha geniş kapsamlıdır. Konut hakkı, mülkiyete bağlı olmayan haklara hitap ettiği ve mülksüzler de dahil herkesin barış ve onur içinde yaşayacağı emniyetli bir yere sahip olmasını sağlamayı amaçladığı için mülkiyet edinme hakkından daha geniş kapsamlıdır. Bir hak olan konut hakkı tamamen mülkiyet hakkından bağımsızdır.
Enformel yerleşimler de yani bugün çeşit tapusuz diye dönüşüm yasalarıyla yıkmaya çalıştıkları mahalleleri de konut hakkı sahipleri olarak tanımlıyor ve resmi yasal tapularla sınırlı olmadığını belirtir. Hemen akabinde sadece mülkiyet hakkına odaklanmak aslında konut hakkını ihlali demektir çünkü mesela özel ya da hazine arazi üzerinde yaşayan gecekondu sakinlerinin zorla tahliyesine yol açar ki bu da hakkın ihlalidir.
Konut hakkının belirli kriterleri var. Yedi kriterden oluşuyor:
Kullanım hakkının yasal güvenliği: Çekirdek kriterdir. Enformel yerleşim de olsa tapusuz da olsa bir yasal güvenceye sahip olmalarını sağlamalısınız. Çevik kuvvetin gelip de kapınıza dayanıp eşyalarınızı sokağa atıp sizi evinizden konutunuzdan çıkarma hakkı yok.
Hizmet, malzeme, tesis altyapının kullanılırlığı.
Ekonomik ödenebilirlik: O konutu kim için yapıyorsanız, hangi nüfus için yapıyorsanız o nüfus için onun ödenebilir olması lazım.
Oturmaya elverişli: Diğer haklara erişimini de engellemeyecek.
Erişebilirlik: Herkes için erişilebilir olacak. Engelliler, yaşlılar, LGBTİ bireyler. Pandemi sürecinde geçenlerde biliyorsunuz 9 LGBTİ birey sokağa atıldı. Ayrımcılık yapmadan herkes için erişebilir olacak.
Konutun mevki: TOKİ konutları kentin çeperinde biliyorsunuz. İnsanlar kent merkezinden püskürtülüyor. İstihdam ya da işe gitmek için uzun süre ulaşım araçlarını kullanmak zorunda kalıyorlar. Ulaşım giderleri artıyor.
Kültürel yeterlik: Hiçbir proje orada yaşayan nüfusun kültürel gereksinimlerini, gündelik yaşamlarındaki ihtiyaçları göz önüne alarak inşa edilmiyor. İşte avlulu evlerde yaşayan romanları, biz topraktan geldik, ayağımız toprağa değmeden yaşayamayız diyen Kürt nüfusunu , 8 katlı 12 katlı TOKİ sitelerine tıkıştıran orta sınıf modern aile pratikleriyle uyuşmayan Amerikan mutfağı, açık mutfak gibi iç kültürle uyuşmayan çeşitli tek standart tipleri görüyoruz.
Kullanım hakkının yasal güvenliği konusunda devletlere hükümlülükler yükler. Örneğin az önce de bahsettiğim gibi enformel yerleşim yerlerinde tapusuz yaşayan insanlara da yerinde kalma hakkıyla yerinde dönüşüm. Kira kontrollerinin yapılmasını ister. Fahiş kira kontrolleri olmayacak. Soylulaştırıcı projeleri önleyeceksin ki yerel halk yerinde kalsın. Özelleştirme, kamulaştırma, el koyma. Kamulaştırmaları şöyle tanımlar: Yasal olarak bu devletin mevzuatında yasal da olsa devletin ulusal üstü hükümlülüklere uymuyorsa kamulaştırma bir el koymaya gidiyorsa ona da karşı çıkar.
Çevrenin korunmasını da göz önüne alır. Konut sağlamakla yükümlüsün demez ancak şunu der: Ucuz kredi mi temin edersin, yerinde dönüşene malzeme desteği mi teknoloji mi, mühendislik desteği mi vereceksin, bu yolları da açmak zorundasın der.
2000-2008 yılları arasında BM Yüksek Komiserliği Elverişli Konut Hakkı Raportörü, bu yedi kriteri ileri bir aşamaya taşır. Karar almada katılım, yani insanlar projelerin en başından başlayarak katılım sürecine dahil edilmeli. İkincisi bilgi edinme, bir sürü yerde riskli alan kararı görüyoruz. Yurttaşlar çok geç haber alıyorlar. Dolaysıyla bilgi vermek zorundasınız ve onayını almak zorundasınız. Toprak su ve diğer doğal kaynaklara erişim, mülkün iadesi geri alma hakkı, tazminat gibi kapsamı genişletildi.
Zorla tahliyeler: 1997 yılında biz mega kentlerin öne çıktığı kentlerin markalaştığı, işte dünya kenti tanımıyla çeşitli vesilelerle sermayeye açıldığı süreci yaşadık. Neoliberal kent politikalarının görünür olduğu kent düzleminde zorla tahliyeleri yaşadığımız süreçte de Komite, yedi numaralı genel yorumu getirdi ve der ki: kişilerin ailelerin ve/veya toplulukların kendi iradeleri olmaksızın oturdukları evden ve/veya topraktan geçici ya da daimi olarak uygun hukuki veya diğer koruma biçimleri sağlamaksızın bu biçimlere erişim olmaksızın çıkarılmaları. Buna konut hakkı ihlali der. Yine bunu insan haklarının yayın ve kapsamlı ihlalleri kapsamına alır.
COVİD-19 döneminde kirasını ödeyemeyenlerle karşılaştık. Konut hakkının ne kadar önemli olduğunu gördük. Bu zamana kadar ihmal edilmiş konut hakkının çok önem kazandığını gördük. Evlerinize kapanın diyorlar ancak bunun için bile yeterli bir konutların olmadığını özel alanların olmadığını biliyoruz. İş yerlerini kapattıkları için kiralarını ödeyemeyen, TOKİ kredilerini ödeyemeyen insanlarla karşılaştık. “Derinyoksulluk” sitesinden alıntılar yaptım. Orada Hacer Foggo “Evimizi kaybediyoruz” çığlığının bu dönemde arttığını görüyoruz diyor. Bir tanesi virüsten beri kağıt toplamaya çıkamıyorum diyor. Arabada ailesiyle yaşamak zorunda kalan insanları görmeye başladık. Ankara’daki TOKİ’de yaşayan insanların büyük bir bölümü kirasını ödeyemiyor. TOKİ evlerinde yaşayan insanların TOKi ile ilgili ciddi şikayetleri var. Kredi artmasından, aidatın yüksekliğine kadar birçok şikayet var.
TÜİK 2002-2018 verilerine göre kendi evinde oturanların oranı 2002’de yüzde 73 iken 2018’de yüzde 56.2’ye düşüyor. Kiracılık 2002’deki 18’.7’den yüzde 28.5’e yükselmiş. Yeni nüfuslar arttıkça konut fiyatları arttığı için konut sahipliği düşüyor. Kiracılık artıyor. 2017-2018’de yüzde 11 artış var. Bu gidişle 20 yıl sonra kiracılar ev sahiplerini geçecek diye bir öngörü de var. Ancak kira gelirleri de arttıkça ödenemez hale geldikçe o zaman ne bekliyor bizi? Sürdürülemez güvencesiz konutlara doğru bir gidişat bizi bekliyor. Çünkü işsizliğin yüzde 30’lara yaklaştığı bir düzlemdeyiz. Kiralar ödenir olmaktan çıkıyor. Zorla tahliyeler, evsizler, riskli binalarda barınanlar göreceğiz. Bakan kızdı ya bize, riskli binalarda oturuyorlar, niye oturuyorlar, çünkü gidişat buraya doğru. Ucuz kiralık konut yapılmadığı için.
Bu süreçte ev sahibi olmayan ancak kira da ödemeyen bir nüfus da var ve bu nüfus da yükseliyor. Sığınma ve sığıntı olarak yaşayan insanların oranı 2002’de yüze 6.4’ten 2018’de yüzde 13.6’ya çıkmış. İşlerini kaybeden insanların çoğu artık kirada yaşayamadıkları için ailelerin yanına taşınmak zorunda kalmış. Parçalanan aileleri görüyoruz bu süreçte. Koronavirüsle birlikte bu süreç artmış durumda.
Deprem bize başka bir şeyi gösterdi. Başka bir ayrışmayı, riskli yapıyı risksiz yapıyı gösterdi. Güvenli yapıyı güvensiz yapıyı gösterdi. Bayraklı, işte gökdelenler merkezi. Folkartlar da orada biliyorsunuz. Yeni ilçe merkezi olarak belirleniyor. İlçe belediyesi Bayraklı’yı İzmir 2030 vizyonu olarak tanımlıyor.
İzmir’de yüzde 57’si çok riskli konumunda. İnsanlar çok mu meraklı bu riskli yapılarda oturmaya. Bakın insanlar anlatıyor: “canımız ile cebimiz arasında sıkıştık” diyor. İnsanların evleri ellerinden alınıyor, borçlandırılıyorlar, adil bir takas yapılmıyor. O dairede ille kızı oturuyordur, akrabası oturuyordur ve onları konutsuzluğa itiyor. Böyle bir gidişatla biz depreme karşı afetlere karşı güvenli emniyetli konut inşa edemeyiz. Başka bir sürecin örülmesi lazım, vatandaşa bir adil ulaşılabilir, dönüşümün sağlanması, ödeyebilir bir koşulda insanca, kaliteli bir konutun sunulması gerekiyor.
- “Kentsel Dönüşümde Yerel Yönetimlerin Rolü”
Esin İleri:
Kentsel dönüşüm üzerine konuşmak istiyorum. Planlı bir yerleşim politikası işlese zaten bu çarpık kentleşme de yok edilebilirdi ancak ne yazık ki olmadı.
1950’lerde bir konut sorunu ortaya çıkıyor. Buradaki yük insanların sırtına yükleniyor. Gecekondular ortaya çıkıyor. Bu şekilde çözüm aranıyor. 1990’larda İstanbul’da yabancı sermayeye, satma pazarlama girişimleri başlanıyor. 1980’lerde inşa edilmiş gecekonduların forumları değişiyor ve eski gecekondu parsellerinin özel mülkiyete dönüştürülmesine tanıklık ediyoruz, gecekondular aynı zamanda büyük bir oy deposu olarak görülüyor. Bu nedenle bu yapılara kaçak kat çıkılmasına göz yumuluyor. İmar rantı ortaya çıkıyor. Çıkılan katlar kiralanıyor ve burada başka bir rant ortaya çıkıyor.
Dalan döneminde sanayiden koparılmış, neoliberal politikaların mekana yansımasını belirgin olarak görüyoruz. 1999 depremine yaklaştığımızda deprem olmadan Dünya Bankası şöyle bir rapor sunuyor: Eğer Türkiye’yi dünya ekonomi sistemine entegre etmek istiyorsanız mutlaka bir veya iki kentinizi küresel kentler kategorisine sokulmalısınız. İstanbul görücüye çıkarılıyor sözü hep akıllardadır. Kim görücüye çıkıyor bir kent görücüye çıkar mı? kime satacağız neyi satıyoruz?
Kentsel dönüşüm sadece tek başına değil aynı zamanda mega projeleri içeriyor. 3. Köprü, 3. Havalimanı gibi. Biz artık Kanal İstanbul gibi çılgın projeleri satıyoruz. 1999 depreminden sonra kentsel dönüşümle birlikte yasalar çıkıyor. 2004’te kentsel dönüşümle ilgili bir yasa tasarısı çıkıyor ardından 2005’te çıkan yenileme yasasıyla birlikte Sulukule ve Tarlabaşı gibi hemen yabancılara satılabilecek, tarihi açıdan küresel sermayenin ilgisini çekebilecek kaynak oluşturabilecek tarihi alanlar projelendiriliyor. Belediye kanunundaki 73. Madde belediyelere daha fazla kentsel dönüşüm yetkisi veriliyor.
Türkiye’de deprem korkusu benim için kentsel dönüşümle bir arada gidiyor. 2000’lerde inceleyebildiğim kadarıyla hiçbir şekilde kentsel dönüşüm kapsayıcı değil. Kiracıları dışlayıcı bir dönüşüm var.
Depreme karşı sözü sürekli tekrar edilerek kent arazisi üzerinden rant elde etmek sermayenin el değiştirmesi de sağlanıyor. TOKİ dar gelirli vatandaşlara konut, kredi vermek üzerine kurulmuşken, 2004’ten sonra çok büyük yetkilerle donatılıyor, daha büyük projelerin ortağı, icrası haline geliyor.
Bugüne kadar takip ettiğim kentsel dönüşümlerde sürdürülebilirlik, kalite, yerinde dönüşüm, katılımcılık ne yazık ki yok. İnsanlar kentsel dönüşüm süreçlerine dahil edilmedi. Kentsel dönüşümde sosyal boyut yok sayılıyor ya da es geçiliyor. Kentsel dönüşüm kent sakinlerine deprem korkusu aşılanarak yapılıyor.
- “İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve Katılımcı Süreçler”
Nazım Özcan:
Sarıyer’de 100 bin kişiyle süreci yürüttük. 2020’de İBB’de kentsel dönüşüm birimi kuruldu. Bu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gecekondu mahallelerine seçim sözüydü. 1 Haziran’da çalışmaya başladığımızda 16 milyon için çalışmaya başladığımızda ne İBB’nin buna hazır olduğunu gördük ne de insanların bu durumu anlatmaya hazır olduğunu gördük.
Karşılaştığımız sorunlarından biri insanların ödeme güçlüğü çekmesiydi. 13-14 bin insana eriştik. Eyüp Başakşehir, Bağcılar, Maltepe Kartal’da insanlarla görüştüğümüzde insanlar umutluydu, kentsel dönüşüm olmalı diyorlar. Ancak insanlar kendilerinin üstüne bir şey koymadan kentsel dönüşüm yapılmasını istiyorlar. 20 yıl riskli yapı analizi çıkarmaya çalışsak bunu yapamayız.
İBB’nin 25 yılda oluşmuş bir refleksi var. Belediyede kimle konuşsak o insanlara işgalci deniliyor. Buna itiraz ediyoruz her toplantıda ve bu sözü kullanmamalarını söylüyoruz. O zaman da karşımıza şöyle bir soru çıkıyor: İşgalci denmeyecekse ne diyeceğiz? Bunu üst düzey yöneticiler de söylüyor. Bununla ilgili önemli bir mahkeme kararı var. O emsal kararda Devlet politikalarıyla insanlar buralarda oturuyor, elektrik ve suları bağlanmış, mülkiyet hakkı doğmuş ve işgal durumu ortadan kalkmıştır. Buna böyle bakmamız lazım. Ekrem bey de bunu bir yerde söylese onu da uyarırım.
Üçüncü karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri yine İBB’de geçmişten oluşmuş olan bir algı, insanların talepleri ranta dayanıyor algısı. İBB’de böyle bir algı oluşmuş durumda. İlk altı ayda bu üç sorundan dolayı katılımcılık süreci yürütülemiyor. Bunun dördüncü boyutu da ilçe belediyelerinde çalışan insanlar, ilçede yaşayan insanlara bilgi akışı sağlamıyor. Çünkü belirli bir bilgi verildiğinde projelerinin önünün kesileceğini düşünüyor.
Bu konuda çalışabildiğimiz tek birim planlama birimi. İstanbul gibi bir yerde Cihan hanım ve Esin hanımın anlattığı teoriyi mahallelerde anlatmak şansımız var. Bunu anlatabiliyoruz ancak kurum içinde anlatmaya çalıştığımızda hata veriyor. Bunu aşmanın yollarını arıyoruz.
- “Afet Hukuksuzluğu”
Avukat Can Atalay:
2005 yılında ortaya çıkan ve tarihi-sit alanlarında dönüşümü öngören yasa Tarlabaşı rezaletini ortaya çıkarmıştır. Mahkeme kararlarına rağmen Tarlabaşı’ndaki yoksullar jiletle kazınmıştır. Bu bir tehcirdir. Bu yüzyıl başında yaşanan tehciri küçümsemek için söylemiyorum ancak karşılaştırabilir olduğu için örnek veriyorum. Sulukule rezaleti yaşandı. Ankara’da yaşandı. Mevzuatta kentsel dönüşümün geçtiği tek yer belediye kanunun 73. maddesidir. Nedir o diye soranlara Fikirtepe’ye bakmalarını söylüyoruz. Hiçbir örneğe gerek yok, Fikirtepe örneği yeterlidir. Fikirtepe’nin kent üzerine getirdiği yük biline biline bu yapıldı.
2010 yılında ne oldu? Yargının bileşimi değiştirildi. Yerindelik denetimi değiştirildi. Bu bir ideolojik aygıt olarak kullanıldı. 2012’de 6306 sayılı yasa çıkarıldı. Bu kanun bir dönüşüm yasası değil sıkıyönetim nizamnamesidir. Anayasa Mahkemesi hepsini değil dört buçuk maddesini iptal ederek o tarih itibariyle kendisini fesih etmiştir. Siyasal İslamcılık ideolojik iklimle birlikte 2010 anayasa referandumundan sonra 2011 seçimlerinin ardından bu yasayı çıkarmış, Topçu Kışlası projesini de gündeme getirmiştir. 6306 yasada deprem dışında herhangi bir afete karşı herhangi bir yol arayışı yoktur. Afet sonrasına ilişkin bir yöntem önerilmemektedir.
Buradan İzmir’e gelmek isterim. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, depremden sonra “İstanbul depremi bir milli güvenlik sorunudur” der. İzmir değil, Malatya, Elazığ, Erzurum değil, İstanbul depremi milli güvenlik sorunu. Soylu’yu söyleyenler Soylu’nun kendisine yer açtığını söyleyebilir, doğrudur. Bu da bir örneğidir. Bütün ülkenin ekonomisi İstanbul’a yığılmış durumdadır. Dolaysıyla depremin milli güvenlik sorunu olduğu doğrudur ancak pandemi koşullarında bilginin hakikatin kamuoyuyla şeffaf bir şekilde paylaşılmadığı, denetlenebilir olmadığı bir kamu düzeni sürdürülemiyor. Yurttaşlar güvenmiyorlar. Alınan tedbirlere güvenmedikleri için uymuyorlar ve bu birbirini büyüten bir şey haline geliyor.
Bilgi edinme, katılımcılığın artırılması evet ancak eldeki mevzuatın da buna uygun olması gerekir. Elimizde böyle bir mevzuat kanunu bulunmamaktadır. Ben değil Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu 5 Kasım tarihli konuşmasında söyledi. Erdoğan dedi ki şu ana kadar 2002’den bu yana TOKİ 700 bin yapıyı yineledi dedi. ancak bu yapı ev midir? bina mıdır? parsel tamamında yapılan binalar mıdır? bunu bilmiyoruz. Bir adım sonrası söylediği daha vahimdi. Dönüştürülmesi gereken 6.7 milyon bina var. dönüştürülen 700 bin konut emekçilerimizin yoksullarımızın sadece başlarını soktukları mekanlar değildir, TOKİ’nin kuruluş kanununa aykırı bir şekilde lüks konut üretmektedir. Lüks konuttan ürettiği geliri de sosyal konut üretmek için kullanmamaktadır. İkincisi bu AKP iktidarının finansmanı için kullanılmış bir modeldir. Hasılat paylaşımı adı verilmektedir.
Bütün bu konutlar, bu dönüşüme uygun o çerçevede yapılmış olsa bile Recep Tayyip Erdoğan bize demektedir ki 18 yılda ben şu kadar bina yaptım, 6.7 milyon daha bina yapacağım. 123 yıl daha verin bana. Bu finansman modeliyle, bu mevzuat modeliyle 123 yıl daha beklememiz gerekiyor. İstanbul depremi için 123 yılımız yok.
Bir soru sorarak başlayayım: Önümüzdeki yıllarda imar hakkından mı bahsedeceğiz, imar koşulundan mı? açık bir şekilde imar hakkından bahsederek İstanbul’da hiçbir şekilde afet riskinden kurtulmak mümkün değildir. İmar koşulu olur. İmar planının yapılabilmesinin insanlık tarihi içindeki meşruiyet kaynağı bu kadar yoğun yerleşimde kamu idaresi der ki “siz birbirinizi yiyeceksiniz, ben üste geçiyorum hepinizin yararına imar planı yapıyorum ve yapılaşma koşullarını belirliyorum.” Bunlar hak değil, koşul ama parası olan için şöyle belirliyorum, parası olmayan için şöyle belirliyorum. Bana yandaş olan için şöyle belirliyorum, olmayan için böyle belirliyorum diyerek olmaz. Buradan şuraya varmak istiyorum. Ben örneğin Sarıyer örneklerinin iyi örnekler olduğundan emin değilim.
Burada hem AKP açısından hem de son yerel seçimlerde büyükşehirlerin önemlice bir kısmı Türkiye kapitalizminin motorunu döndüren büyükşehirlerin önemli bir kısmını kazanan ana muhalefet partisi açısından kritik bir karar vermek gerekir. Bu mevzuat paketiyle bu iş sürdürülebilir mi? eğer sürdürülebilirse katılımcılık sürecini düzeltiriz. Daha iyi yaparız. Çok açık. Geçen gece bir tv kanalında Ekrem İmamoğlu’nu dinledim. Bunun böyle sürdürülemeyeceğini söylüyor. Fakat bunun böyle sürdürülemeyeceğini söyleyip örneğin bir yasa teklifi vaaz etmemek bir aysa teklifiyle ortaya çıkmamak sadece sorunu söyleyerek bu iş sürdürülemez.
Bugün var olan yasalara karşı, sadece söylem düzeyinde somut bir yasa teklifiyle ortaya çıkmak gerekiyor. Bu iş bu şekilde sürdürülemez. Kadıköy’de bir yurttaşa 1.5 milyon TL’ye bina satıp, Sarıyer’de Sur’da, Bağlar’da GOP’ta, Kirazlıtepe’de insanların evlerini acele kamulaştırma tehdidiyle, evlerini zorla ellerinden alarak bu iş sürdürülemez. Türkiye’nin nakit sıkıntısı olduğu açık, maliye hazinesinde açık olduğu çok belli, bütün bunlara rağmen kamunun düzenleyici, piyasa koşullardan tamamen azade olacağını söylemiyorum ancak geçiş dönemi programı zorunludur.
Gezi öncesinde mesele iki ayrı çizgi olarak tanımlardık. Biri ricacı diğeri de mücadeleci çizgi. O dönemde kentsel ranttan herkesin alması gerektiğini vaaz eden bir yaklaşımın nasıl bir kabusa yol açtığını kayıt altına almak gerekiyor. o yaklaşım esas olarak Gezi ile birlikte kendi kendine fesih olmuştur. Diğeri mücadeleci çizgi. 5306 sayılı yasa. Sulukule, Tarlabaşı yasası. İdare ve idareyi yanlamış çeşitli idareyi çeşitli sermaye gruplarının elindeki sopadır. Tarlabaşı’nda Çalıktır, Sulukule’de başkadır. Elinde sopa vardır. O sopayla sıradan yurttaşa “ya benim dediğim gibi yaparsın ya da ben seni bu sopayla ikna ederim” ikna odalarının esas mantığı budur. Belediye kanununun 73. Maddesi esas olarak idarenin yanlamış sermaye gruplarının olay Kadıköy ve Fikirtepe çevresinde geçtiği için başka sermaye grupları olabilir eline sopa verilmesidir. 6306 sayılı yasa ise tümüyle TOKİ ve iştiraklerinin tamamen AKP düzeyine çıkmış inşaat cuntasının eline verilmiş sopadır. Eliyle üzerinize sopayla gelene ya bir dakika konuşalım mı dersiniz? Ya da o elindeki sopayı bırak ondan sonra konuşmaya çalışalım mı dersiniz. Bu Gezi öncesine ilişkin esaslı bir tartışmaydı. Biz burada tutunmaya çalıştık. Yerel yönetimlerin önemli bir kısmının sosyal demokrat belediyelerin eline geçmesinden sonra bu sopa elden bıraktırılacak mı? elden bıraktırılmasına ilişkin ideolojik politik ve hukuki iddia ortaya koyulacak mı? koyulmazsa esaslı bir başarısız bir hikaye ortaya çıkacak. Katılım yalandır. 5306 yasası içindeki 2. 3. Madde katılımcısızlıktır. Aynı şekilde 6306 yasanın 2. ve 3. maddesi de öyle. Katılımcılık bir heyhuladır ve kamu zararına yurttaşın malını hiç etmedir. İmar hakkından değil koşulundan bahsedilebilecek pekçok meselede planda ortaya koyabilecek İstanbul’un nüfusunu artırmayacak tek bir mega projeyi daha tetiklemeyecek ideolojik bir yaklaşıma politik bir yol haritasına ve buna ilişkin olarak hukuki alet çantasına muhtaç olduğumuz kanısındayım.
Ben çok güçlü olduğumuzu düşünüyorum. Fikri olarak çok güçlüyüz. Söylediğimiz her şey çok doğru çıktı. söylediğimiz her şeyin çok doğru çıktığını İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı kabul ve ikrar etti. Bunun hakkını verip vermeyeceğimizle ilgili bir mesele var.

Leave a Reply