Son yıllarda sağlıkta dönüşüm programıyla özel sektörün kar aracı haline gelen sağlık sisteminin pandemi gibi sağlık krizleriyle baş etmekte neden yetersiz olduğunu, bu durumun ne tür sağlık hakkı ihlallerine sebebiyet verdiğini ve sağlık sisteminin nasıl organize edilmesi gerektiğini Uludağ Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala’ya sorduk.
Söyleşimizin tamamını, aşağıdan dinleyebilirsiniz.
Birçok özel hastane temiz hastane sloganlarıyla toplumun endişelerini suistimal etmeye çalışıyor. Onun dışında Prof. Dr. Raşit Tükel’in da geçenlerde yazdığı gibi aşıların özel hastanelerde şimdiden pazarlanmaya başlandığını, en başta COVİD-19 tedavisi ücretsiz denmişken şu anda bu hastanelerin fahiş tedavi fiyatlarıyla çalıştığını ve son olarak fahiş fiyatlara test yaptıklarını görüyoruz. Bu son konuya ilişkin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca test ücreti olarak 250 Türk Lirasının üstünü ödemeyin derken, kendi hastanesi daha yüksek fiyattan korona testi yapıyordu. Bu konudaki fikirleriniz neler? Sizce bunlar hangi açılardan sağlık haklarının ihlalidir?
Sağlık sisteminin kamucu olması lazım. Bu pandemi sürecinde çok net anlaşıldı. Özellikle yoğun bakım ünitelerinin Türkiye’de %32’sinin, İstanbul gibi kentlerde ise %40’ının özel sektörün elinde bulunması ve özel sektörün yoğun bakım ihtiyacı doğduğunda bu hastaların tedavisini herhangi bir ek ücret talep etmeksizin yapmayı üslenmemesi gibi güçlükler, kamucu ve herkese her zaman her yerde hizmet sunacak bir sağlık sistemine duyduğumuz ihtiyacı çok net ortaya koymuştur.
Başka sağlık sistemi örneklerine baktığımızda özellikle Avrupa’da bu salgın sürecini iyi yöneten Almanya gibi kapitalist fakat sosyal hakların da önem taşıdığı ülkelerin karma bir sağlık sistemine sahip olduğunu görüyoruz. Sizce doğru entegre edilmiş ve denetim mekanizmaları iyi kurulmuş karma bir sağlık sistemi bu salgını kamucu bir sağlık sistemi kadar veya ondan daha iyi şekilde yönetebilir miydi?
Dünyada böyle bir örnek yok. Özel hastane kavramına baktığımızda özel sağlık kuruluşlarının temel amacı sermaye birikimi ve kar maksimizasyonudur. Bu pandemi sırasında kim hayatta kalmış kim hayatını kaybetmiş çok umurlarında değil. Dolayısıyla karma yani hem devlet hem de özel sektör içinde olsun gibi bir sağlık sistemi çok gerçekçi değil. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde sağlık sisteminde özel sektör yer almasın denilemiyor. Özel sektör olacaksa olsun, fakat kamu sektörü her yurttaşının sağlık hakkını herkese her zaman ve her yerde verecek şekilde örgütlensin. Örneğin estetik operasyonlar konusunda, yani aslında insanların gerçekten gereksinimi olmadığı halde talepleri haline getirilen hizmetlerle alakalı özel sektör bir faaliyette bulunacaksa Sağlık Bakanlığı bunları denetleyebilir ve bunlar faaliyet gösterebilirler. Fakat bu noktada çok somut bir şeyden bahsediyorum. Yoğun bakım ihtiyacı var, yoğun bakım ünitelerinin %40’ı ise özel sektörün elinde ve siz bundan yararlanamıyorsunuz. Bu durum kabul edilemez.
Kamulaştırma meselesi genel olarak belli başlıklara sıkıştırılıyor. Sizce sağlıkla ilgili olarak sağlık tesisleri ve onların içindeki sağlık ekipmanları için önümüzdeki dönem kamulaştırma ihtiyacı var mıdır?
Kesinlikle, özellikle kamu bütçesinden ciddi bir kaynak aktarılan şehir hastanelerinin tamamı kamulaştırılmalıdır. Özelleştirmenin yanlışlığı sadece mülkiyet devriyle sınırlı değil. Yani bina kamunun, içerisindeki çalışanlar kamunun çalışanları, fakat yemek hizmetinden güvenliğine özelleştirilmiş. Kamu bu hizmetlerin tamamını sunabilir. Kamu çalışanlarının istihdam edildiği ve hizmetlerin tamamen kamu tarafından üretildiği bir noktaya gelinebilir. Fakat sorun şu ki küresel kapitalizmin karar vericileri Türkiye dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerinde siyasi karar vericileri bir biçimde bazı hizmetlerin özel sektör tarafından sunulmasına ikna etmiş durumda. Bunu aşı örneğinde çok net görüyoruz. Doksanlı yılların başına dek aşı ve ilaç devletlerin kamu enstitüleri tarafından üretilirken, seksenli yılların sonuna doğru ülke yönetimleri bu ürünlerin özel şirketler tarafından bulunup üretilmesinin daha ucuz ve uygun olacağına ikna edildiler. Örneğin Türkiye’nin Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü yok edilmemiş ve daha önceki yıllarda doğru düzgün desteklenmiş olsaydı, ben inanıyorum ki Türkiye’nin bugün Faz 3’te test edilen en az bir aşısı olabilirdi. Öyle ki 1920’li yıllarda Türkiye’nin sadece kendisi için aşı üretmekle kalmayıp Çin’e dahi aşı sağladığına dair resmi bulgular var. Aynı şey yüksek teknoloji için de geçerli. Bugün Amerika’daki Moderna ve Almanya’daki BioNTech aşılarının üretim aşamaları ciddi anlamda kamu fonlarının desteğiyle sağlanmıştır. Dolayısıyla kamu isterse ve küresel kapitalist çarktan kendisini kurtarmayı başarabilirse tüm sağlık hizmetleri kamu tarafından üretilebilir. Ben bunun önünde bir engel görmüyorum. Kamudan daha büyük bir güç yok aslında, biz sadece o gücü nasıl kullanmamız gerektiğini bilmiyoruz. Haklar bağlamında konuşuyorsak eğer ve her yurttaşın sağlık hakkını garanti etmek istiyorsak, o yurttaş ile sağlık hakkı arasına hiçbir şeyin girmemesi gerekir. Bunun da en büyük güvencesi kamunun kendisidir.
Bu noktada aşıyla ilgili iki örnek var.
Öncelikle Küba çok varsıl bir ülke olmamasına rağmen kendine yetecek kadar aşıyı üretebiliyor ve bu sayede çocukluk çağı hastalıklarının birçoğunu ortadan kaldırmış durumda. Hatırlarsanız Küba geçen sene kanser aşısıyla da gündeme geldi. Aşıyla belli kanser hastalarının ömrünü 3 ay kadar uzatabildikleri bilim çevrelerince dünyada bu hastalıkla ilgili gelinen en ileri nokta olarak onaylandı.
Öte yandan ABD’de çocuk felci aşısının mucidi Jonas Edward Salk’ın tutumuna bakın. Bir kapitalist ülkede olmasına rağmen aşının patenti ne olacak dendiğinde bir patent anlaşmasını elinin tersiyle itiyor. Sonradan yapılan hesaplamalara göre aşının patentinin değerinin 6 milyar doların üzerine çıkacağı öngörülmüş. Bence buradan çıkarmamız gereken dersler var.
Salgınlar ve doğal afetlerin her zaman yoksulu daha çok etkilediğini görüyoruz. New York örneğinde gördük ki salgından sosyoekonomik anlamda daha dezavantajlı olan siyahiler ve diğer azınlıklar daha fazla etkilendiler. Sizce bu anlamda bizim ülkemizde pandemiden en çok etkilenen kesim kimdi, bunun sebepleri nelerdir?
Bunu verilere dayanarak cevaplamam ne yazık ki mümkün değil, çünkü elimizde sınıflara eşlik eden hastalıklara veya illere ilişkin veriler mevcut değil. Sendikalar ve meslek örgütleri aracılığıyla gözlemlerimiz var. Onun dışında Hayat Eve Sığar uygulaması üzerinden özellikle İstanbul’da varsıl semtler ile yoksul semtler arasında renk farklılıkları gibi bazı bulgular var. Fakat emekçi sınıflarla sermaye arasındaki bu etkileşimin ne derece sarsıcı olduğuna dair bir gözlemi veriye dayalı olarak yapmak şu an için mümkün değil. Genel olarak bildiğimiz şudur ki, salgınlar dâhil olmak üzere hastalıklar emekçi sınıfları daha çok etkiler ve daha çok hastalanıp ölmelerine sebep olur. Ama biz ülkemizde 4 milyon sığınmacı olmasına rağmen onların bile bu salgın sırasında ne durumda olduğuna dair bir veriye sahip değiliz.