Melda Onur: Diren Vegan

Diren Vegan
Dayanışma ambleminde boş bir tabak ile çatal bıçak var; zarif bir kadın yüzü çizili tabağın zeminine. Diren açlık grevinde… Umarsız yığınların açlık grevini oyun sandığı yalnız ve mutsuz ülkemde, vegan olmak ayrı, LGBTİ olmak ayrı suçtur. Cezaevine düşenlerini ise yalnızca isnat edilen suçtan değil, bu iki suçtan da cezalandırırlar.
Tekirdağ 2 Nolu cezaevinde tutuklu bulunan Diren Coşkun 25 Ocak’tan beri açlık grevinde. Diren Coşkun hem trans kadın, hem de vegan. 2017 Ağustos ayından beri tutuklu. Bazı insani ihtiyaçları var ve karşılanmamanın ötesinde bu ihtiyaçlarını dile getirdiği için ilave taciz ve şiddete maruz kalıyor. Cezaevlerindekiler kendilerinden farklıları sevmezler. Otobanda çevirdiği trans birey ile ilişkiye giren “erkek adam” kendisini heteroseksüel sanır. En büyük sosyalliği mangal başında oturup Uruguay, Brezilya hayvanlarını pişirmek olan karnivorlar, ülkenin en lezzetli yerli-milli sebzeleri ve bakliyatlarıyla beslenen veganları aşağılar.
Oysa biz iktidarın cicim aylarında bu sorunlarla ilgili bir hayli yol almıştık. 2011 yılında daha yeni vekilken bir grup vegan beni bulmuş, Kırıkkale Cezaevi’nde kendisine uygun yemek verilmediği için açlık grevinde giren vegan mahkum Osman Evcan ile ilgilenmemi istemişlerdi. Hayatımı sağlıklı yaşam çevirileri yaparak kazandığım dönemden tanımıştım veganları. Bu sözcüğünün çok da yaygın bilinmediği zamanlardı. Cezaevine giderken genç ve mesafeli bir mahkum beklerken karşıma 60’larına yakın güleç bir adam çıktı. 20 yılı aşkın mahkumiyetinde “8 yıldır bağımız vegan anarşist” olduğunu belirten Osman Evcan, yün battaniye dahi kullanmıyordu. Aslında en büyük sıkıntısı ve tepkisi kendisine yemek verilmemesi de değildi. Çünkü kantinden bir şekilde kendine uygun bir şeyler buluyor ya da sipariş veriyordu. Ama esas sorun veganlığının cezaevinde bir psikolojik taciz meselesi olmasıydı.

 

Biz bu mücadeleyi kazanmıştık
Mesele tam da bu aslında. O gün “vegan bir mahkumla ilgilenen” yeni vekil olarak kendi partimin içinde bile tuhaf bulunduğumu itiraf edeyim. Öyle ya, daha önemli meseleler vardı uğraşılacak. Kırıkkale örgütümüzün o gün bana sadece “katlandığını” söyleyebilirim. “Böyle vekil mi olurdu, vegan da neydi, bu iş bir tuhaftı”. Cezaevi müdürünün hali tavrı da farklı değildi. Koskoca bir vekil gelmiş, vegan da neyse, bir mahkumun yediğine içtiğine takmıştı kafayı. Saygısızlık da etmek istemiyordu ama bıyık altı gülüyordu. Sonrasında mektup yağdırmadığım yer kalmadı. TBMM İnsan Hakları Komisyonu’ndan İl İnsan Hakları Komisyonuna kadar enselerinde oturduk. Osman’ın açlık grevi ve hen yurt içi hem yurt dışı aktivistlerin, demokratik toplum kuruluşlarının kamuoyu yaratması ile bir sonuç alındı. 28 Mart 2012 tarihinde ‘Hükümlü ve Tutuklular İle Ceza İnfaz Kurumları Personelinin İaşe Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’ ile ‘Hasta hükümlü ve tutukluya, kurum hekiminin belirleyeceği besinler verilir’ maddesine ‘İnancı gereği veya vegan, vejetaryen türü özel bir beslenme şekline sahip hükümlü ve tutukluların talepleri, iaşe miktarı ile sınırlı kalmak üzere karşılanır” ilavesi yapılmıştı. Bunu resmi gazetede okuduğumuz gün TBMM’de birlikte çalıştığım ekibimle sevinçten ağladığımızı hatırlıyorum. Yönetmelik değişikliğine giden mücadele büyük kazanımdı.
Aynı tarihlerde ülke torba davaların gündemiyle meşguldü. Uzun tutukluluklar, uzayan ve şişen davalar iktidarı iç ve dış baskıyla sıkıştırıyordu. Bugün cemaat yargısı diye sıyrıldıkları o süreci savunuyorlardı. Günlerden birinde Oda TV tutuklusu Müyesser Yıldız bana bir mektup yazmış ve cezaevinde çok yalnız olduğunu, bir kedisi olup olamayacağını sormuştu. Bunu sosyal medyada paylaştığımda tahmin etmediğim bir gündem yaratmıştı. Bir süre sonra dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e gidip sorduğumda, “eskiden kedi varmış, ama şu an böyle bir imkan yok” diyerek cezaevlerinin insan haklarında ne kadar geliştiğini anlatmış ve “Avrupalılara, cezaevlerimizde vegan ve vejetaryen yemek olduğunu anlatıyoruz” demişti. Hükümetin de bir övünme aracı olan bu kazanım, ne yazık ki yönetmelik üstünde kalıyor. Çok sıklıkla Osman Evcan’dan yemek sorununun yeniden başladığı haberleri alıyoruz. Osman Evcan her defasında direniyor ve kazanıyor.

 

Doğuştan “suçlu” LGBTİ
Bugün Diren Coşkun’a vegan yemek vermeyen cezaevi müdürü ve yetkilileri 2012’de çıkan yönetmelikten habersiz değil elbet. Kendilerinin mangal-kebap kültüründen farklı beslenen ve farklı yaşam tarzı olan insanları mesnetsiz bir “ıslah” işgüzarlığı içerisindeler. Hele bir de vegan tutuklu LGBTİ ise, bu ıslah her an yerli-milli bir hal alabilir. Çünkü genel bakış açısı bu kişilerin ülkenin toplumsal yapısını, ahlakını bozmak için gayri milli dış güçlerce dışarıdan getirilip desteklendiğidir.
Aslında yapılması gereken, Yönetmen Can Candan tarafından 2013 yılında LİSTAG aileleri ile çekilmiş “Benim Çocuğum” filminin bütün yönetici kadrolara, siyasetin her seviyesindeki yöneticilere izletilerek, yöneticilerden topluma bulaşan bu hastalıklı bakış açısının tedavi ve ıslah edilmesidir. LİSTAG, çocuğu LGBTİ birey olan ailelerin, çocuklarına bu ağır toplum koşullarında nefes alacak bir alan açmak için mücadelede dayanıştıkları derneğin adıdır. Bu aileler kardeşiniz, akrabanız, komşunuz, mahalleliniz, hemşehriniz, iş arkadaşınız kadar yakın ve sizden kişidirler. Her ailede LGBTİ birey çıkabilir. Ve bu LGBTİ bireyler, temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra okula gitmek, hastanede tedavi olmak, iş aramak, iş bulmak, çalışmak, gibi sosyal haklara sahiptirler. Ve her vatandaşın başına gelebileceği gibi cezaevine de düşebilirler.
Cezaevindeki LGBTİ’lerin ağır koşulları
CHP Cezaevi Komisyonu Üyesi Veli Ağbaba’nın 2012 Haziranında gündeme taşıdığı bu sorun bugün daha da ağırlaşarak devam ediyor. Ağbaba o dönem cezaevlerindekilerin izlenimlerini anlatırken şu sözlere yer vermişti:
“Türkiye neyse cezaevi de o, yaşamda nasıl ki eşcinsellere karşı, farklı cinsel yönelimleri olanlara karşı bir ayrımcılık varsa cezaevlerinde de aynı ayrımcılık var. Konuştuğumuz üniversite mezunu, işi gücü olan birisi, cinsel yönelimi farklı olduğu için etkinliklerden faydalanamadığını söylüyor. Diğer mahkûmların faydalandığı etkinlikler var; kurs etkinliği, spor, sohbet hakkı bunların hiçbirinden faydalanamıyor, gitar kursuna gitmek istiyor, gidemiyor. İki kat tecrit içinde yaşıyor bu insanlar. Kendilerini kadın olarak hisseden insanlara erkek gibi davranılıyor. İstediği 10 kişiyle sohbet etme hakkı var ama farklı koğuştaki insanlarla sohbet etme hakkı tanınmıyor. Belli bir süreden sonra açık cezaevine gitme hakları var. Farklı cinsel yönelimi olan insanların açık cezaevine gitme hakkı tanınmıyor.”
Diren Coşkun
Bugüne dönersek Diren Coşkun hem LGBTİ, hem de veganlığından ötürü, sırf kendilerinden farklı olduğu için, cezaevi yönetiminden ve bu ülkenin yargısı tarafından şiddet görüyor ve sözde terbiye edilmeye çalışılıyor. Vegan yemek için ölüm orucuna başlayan Diren Coşkun’a bu yüzden “3 ay faaliyete katılmama” cezası verildi. Hücrede gardiyanlar tarafından sert biçimde darp edildi. Coşkun, infaz hekimliğine itiraz etmekle birlikte zaten hiç bir faaliyete erkek cezaevinde olmalarından dolayı, tıpkı yukarıda Ağbaba’nın işaret ettiği gibi, katılmadıklarımı söyledi. Ceza infaz memurları tarafından hücresinde sert bir biçimde darp edilmiş, “kolu bel bölgesinden geriye doğru çevirme” işkencesine maruz bırakılmıştı. İçlerinden biri kendisine “istediğin hiç bir şey olmayacak, cehenneme kadar yolun var! öl, geber!” diyerek bağırmıştı.  Daha sonra odaya gelen psikologa rica etmesine rağmen işkenceci hakkında herhangi bir tutanak tutulmadı.
Diren’i ölüm orucuna iten epilasyon, hormon tedavisi ve ameliyat hakkının gaspı gibi son derece kendine özgü, insani, temel, engellenemez varoluş haklarıdır ve ihtiyaçlarıdır. Diren’e ses olmak masumiyete ses olmaktır. Islah ve terbiye edilmesi gereken, toplumdaki farklılıklara bu hastalıklı bakış açısıdır. Dilerim bu ıslah olmazları, en sevdikleriyle sınar LGBTİ ve veganlık.
Melda Onur
20.02.2018