Halk İçin Bütçe, Tarım İçin Bütçe!

Küreselleşen dünya ekonomisi ve Türkiye’nin bu küresel ‘piyasa ekonomisi’ ne entegre edilme süreci, ülkenin üretim ilişkilerinin yeni bir boyut kazanmasına neden olarak, ithalat – ihracat dengesinden tarım ve hayvancılığa pek çok değişime yol açmıştır.
Devletin ülke ekonomisindeki düzenleyici etkisi önemli ölçüde sınırlandırılmış, yabancı sermaye girişinin kolaylaşması sağlanarak Türkiye’nin ‘küresel pazar’ın bir parçası olması amaçlanmıştır. Bu açıdan, ‘İstikrar Paketi’ olarak bilinen 24 Ocak 1980 kararları milat niteliğindedir. Ana hatları 24 Ocak kararları ile çizilen bu yeni ekonomik model, Dünya Bankası’nın 1998 tarihli ‘reform önerileri’ raporu doğrultusunda 1999 ve 2000 yıllarında Türkiye’nin kalkınma politikalarına ilişkin olarak IMF ve Dünya Bankası’na verilen niyet mektupları ile daha da belirginleşmiş ve uygulama alanı bulmuştur.
Bu yeni ekonomik modele göre, tarım ürünleri fiyatları, dünya fiyatları düzeyine çekilecek, fiyat destekleri veya sübvansiyonlar kaldırılarak doğrudan gelir desteği sistemine geçilecek, gübre ve kredi sübvansiyonlarına son verilecek, tarım satış ve kredi kooperatiflerinin imtiyazlarının kaldırılacak ve doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesi nedeniyle devlete ait olma gerekçeleri ortadan kalkan ve geçersiz hale gelen tarımsal Kamu İktisadi Teşebbüsleri özelleştirilecektir.
Bu program, geçtiğimiz otuz yıl boyunca aşama aşama uygulanmış, özellikle de çiftçiye toprak büyüklüğü ölçüsünde destek verilmesini öngören ve ‘büyük toprak sahibine büyük destek’ mantığı ile işleyen ‘doğrudan gelir desteği’ sistemi ile küçük ölçekli çiftçilik önemli ölçüde zarar görmüştür. Türkiye’de tarımsal üretimin yoğun olduğu pek çok bölgede köylülerin ‘işçileşme’ süreci bu şekilde başlamıştır.
Dünya Bankası ve IMF’nin ‘reform’ önerileri doğrultusunda kurgulanan neoliberal tarım politikaları AKP döneminde de Tarım Reformu Uygulama Projesi adı altında yoğunlaşarak sürdürülmüş, programın en önemli bileşeni olan ‘doğrudan gelir desteği’ sistemi ile tarımdaki üretim – istihdam dengeleri alt üst olmuş ve köylüler tarımsal üretimden çekilmeye zorlanarak onların yerini sermaye sahipleri almıştır. Tarımsal üretimdeki söz konusu dönüşüm, 2010 yılından itibaren uygulanmaya başlanan ‘havza bazlı üretim modeli’ ile de sürdürülmüştür.
Bu durum, tarımsal katma değerin gayrisafi yurtiçiçi hasıla içindeki payının 2000 yılından 2009 yılına kadar %11.9’dan %9.8’e düştüğüne ve tarımın istihdamdaki payının %35’ten %24.6’ya kadar gerilediğine işaret eden TÜİK verileri ile de açıkça ortaya konulmaktadır.
Diğer yandan, tarımsal üretime ilişkin önemli kırılmaların yaşandığı maden havzalarındaki sınıfsal dönüşümü hızlandıran bir diğer etken ise, 2000’li yıllardan itibaren elektrik piyasasında ve buna bağlı olarak kömür endüstrisinde yaşanan değişimdir. Özelleştirme süreci ile kamu hizmeti olmaktan çıkıp serbest piyasa içerisinde yüksek kar potansiyeli barındıran bir ‘sektör’ haline gelen elektrik üretimi, kömürle çalışan santrallerin artmasına ve dolayısıyla kömür üretiminin de kontrolsüz biçimde katlanarak artmasına neden olmuştur.
Tarımsal üretimin azalarak, tarım ile geçinen yurttaşların ‘işçileşme’ sürecini yoğunlaştıran bir diğer etken ise, özellikle bölgedeki önemli geçim kaynaklarından birisi olan tütün üretimine ilişkin politikalardır. TEKEL’in özelleştirilmesi ve tütüne ilişkin kota uygulamaları da bölgede tarımsal üretimin zarar görmesine neden olmuştur. Çiftçiliği bırakarak madende çalışmak zorunda kalan bir işçinin açıklamaları süreci özetler niteliktedir:
‘Ta 1990’lı yılların sonunda başladı tasfiye. Kota girdi tütüne. Örneğin sen istediğin kadar tütün yapabiliyordun, kotan yoktu. Ondan sonra 1990’lı yılların sonunda kota koydular. Dediler ki aileye, sen dediler 500 kilodan fazla tütün yapmican. Milleti kurtarmadı bu. Yavaş yavaş başka alternatifler aradılar kendilerine. Başka alternatif de bizim kırsal bölgede… Karaçam olsun, Çepni köyleri hep, kırsaldır yani sulak değildir. Her şey yetişmez yani. Zeytin, tütün… Kırsalda yetişebilecek şeyler burada. Zeytincilik de uzun vadeli şey istediğinden dolayı geçim kaynağı olarak millet madene yöneldi. Şimdi 2003-2004’te başladı bizim köyün madencilik hikâyesi zaten 2003’ten önce çok nadirdir, tek tüktür madene girenler. 2003’ten sonra artık madenci oldu komple. Ondan önce yoktu. Biz o zaman ne madene girmeyi düşündük ne termik santrale. Zaten onların tazminat olarak alacaklarını biz bir üründe alıyorduk. Oraya girmemizin bir anlamı yoktu.” 
(Coşku Çelik, Soma’da İşçileşme Süreçleri– Evrensel Gazetesi) 
Tüm bu verilerin ışığında, elektriğin ‘piyasalaşması’ nedeniyle artan kömür ihtiyacının karşılanabilmesi için gerekli olan iş gücü açığının; özelleştirmeler, kota uygulamaları ve devlet desteklerinin geri çekilmesi nedeniyle çiftçilik yapamaz hale getirilen köylülerden karşılandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sermaye sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilen tarım politikası, geçimini topraktan sağlayan yurttaşların mülksüzleşmesine ve fabrikalarda, madenlerde çalışmak zorunda kalmalarına neden olmuştur.
Tarımda çalışan çiftçilerin, tarım emekçiler topraklarından sökülerek, madenlere mecbur bırakılmıştır. Soma ve Ermenek’te yaşanan ve onlarca emekçinin hayatını kaybetmesine neden olan maden katliamları, tarımdaki bu piyasacı dönüşümün birer sonucudur.
Öte yanda tarım alanlarının son yıllarda tarım dışı faaliyetlere açılması da tarımın bitmesinde başka bir etkendir. Madencilik, imar hareketleriyle parçalanan tarım arazileri, zaman zaman kiralama yoluyla da yok edilmiştir. Tarım gibi ormanlar da madencilik ve diğer faaliyetler için yapılaşmaya açılmış, Türkiye’deki orman varlığı giderek azalmaya başlamıştır. Özellikle son yıllarda sıkça ortaya çıkan orman yangınları sonrasında orman vasfını kaybeden yerlerde yapılaşma faaliyetleri hız kazanmıştır.
Türkiye hayvancılıkta bir numaralı ülkeyken bugün canlı hayvan ithal eden bir ülke haline gelmiştir. Hayvancılığın bitirilme noktasına geldiği ülkemizde yurtdışından yapılan canlı hayvan ithali de giderek artmaktadır. Binlerce kilometre uzaktan getirilen hayvanların biri bölümü yolda telef olurken, mezbahanelere getirilen hayvanlar ise herhangi bir veteriner kontrolünden geçirilmemektedir. Getirilen canlı hayvanlarda ölümcül bazı hastalıkların görülmesi, bu kontrolün yapılmadığına ilişkin önemli bir veridir.
Sosyal Haklar Derneği, TBMM’de bütçe görüşmeleri yapılacak Tarım ve Orman Bakanlığı’nın dikkatine şu noktaları sunmak ister:
-Tarımda çiftçiyi ayakta tutacak başta mazot fiyatları olmak üzere diğer giderlerde devlet desteği sağlanmalı, özelleştirmelere son verilmelidir,
-Cargill gibi uluslararası tekellerden alınan tohumlar nedeniyle Türkiye’de tohum bitme noktasına gelirken, yerel tohum sahipleri var olan tekelleşme nedeniyle tohumlarını satamaz ve yetiştiremez hale gelmiştir. Tarım arazilerinin bir daha ürün veremez hale getiren uluslararası tohum firmalarıyla yapılan bütün sözleşmeler sonlandırılmalıdır,
-Tarım toprakları özelleştirilmemeli, tarım faaliyetleri dışında herhangi bir faaliyete izin verilmemelidir.
-Son yıllarda ortaya çıkan yangınlar nedeniyle yapılaşmanın hızlandığı orman alanları korunmaya alınmalı ve hiçbir şekilde yapılaşmaya müsaade edilmemelidir.
-Canlı hayvan ithalatı derhal durdurulmalı ve ülkeye sokulan hayvanlar da iç piyasada satılmamalıdır.
-Orman varlığı giderek azalan ülkemizde, madencilik faaliyetine orman varlığını tehdit etmeyecek  şekilde izin verilmelidir, 
-Yapılan bir araştırmaya göre ülke tarımının en büyük sorunları arasında  birbirine çok yakın oranlarla, sırasıyla yüzde 25.4 ve yüzde 24.8 ile “girdilerde pahalılık ve dışa bağımlılık” yer alıyor. Ülkenin tarımda giderek daha fazla ithalat yapması dışa bağımlılığın en önemli etkenlerinden biri. Dışa bağımlılık sonlandırılmadığı sürece ülke tarımının büyümesi ve kendi başına yeten bir ülke konumuna gelmemiz zor gözükmektedir. Dolaysıyla tarımdaki bu dışa bağımlılığı azaltacak önlemler alınmalıdır,
-Karadeniz’in önemli ürünlerinden biri olan fındıkta yaşanan ücret belirsizliği ayrıca üretici ile satıcı arasındaki aracıların düşük fiyattan alarak yüksek fiyata satması üreticilerin üretim yapamaz hale gelmesine neden olmaktadır. Bu yıl Ordu ve Rize gibi illeri vuran sel felaketi nedeniyle 250 ton fındığın piyasa değeri 3 milyon lira olduğunu açıklayan bakanlık, fındık üreticisinin zararını karşılayacak tedbirler alarak, bu konuda gerekli girişimlerde bulunmalı,
-GDO’lu ürünlerin ülkeye girişi ve satışı yasaklanmalı, ülke içinde üretimde GDO katkı maddesinin kullanımına izin verilmemelidir,
-Bakanlıkta 6 binden fazla denetmenin sadece 1500 kadarının gıda mühendisidir. Kamuda etkin denetimin başrolünü oynayacak gıda mühendislerinin bakanlık bünyesinde daha fazla istihdam edilmesi hem gıda güvenliği açısından da önemli bir gelişme olacaktır. Gıda mühendislerinin kamudaki istihdamı tekrar gözden geçirilmelidir,
-Etrafı çevrili ülkemizde ne yazık ki su ürünlerine istenilen önem verilmemekte, denizlere artan kirlilik nedeniyle su ürünlerinde belirgin bir azalma görülmektedir. İnsan sağlığına olan olumlu etkilerini göz önüne aldığımızda su ürünlerinin azalmasına neden olacak faktörler için etkin çözümler üretilmelidir.
16.10.2018
Sosyal Haklar Derneği